28 Mayıs 2008 Çarşamba

A Dream.. within a Dream?




"Öğlen saatleri, Yüksel Caddesi.. Mevsim normalleri kavramı ortadan kalkalı beri küresel ısınma sebebiyle, gördüklerimizin ne vakit olduğunu tahmin etmek güçleşti sanki. Bundan kelli, bir ilkbahar günü deyip geçiştirelim fazla sıkıntıya girmeden.
Kuşların uçuşurken ötüşmeleri rahatsız etmiş olacak insanları ki kalabalık olmaktan çok uzak bir insan gürûhu var ortalıkta. Yüksel Caddesi son zamanlardaki kimyâsının alabildiğine aksine tenhâ geçiriyor bu aydınlık öğle vaktini.
Nedense bir gri bulut gelip kapatma ihtiyacı duyuyor sapsarı ilkbahar güneşinin önünü. Merakla kafalarımızı kaldırıp bakıyoruz gökyüzüne ama ne yağmur taşıyor gibi gözüküyor bu hain; ne de sonu gelecek gibi. Hem güneşli cıvıl cıvıl bir gün geçirme hayâllerimizi alıp götürüyor, hem de bu yazı kuraklıkla boğuşmadan geçirmemizi sağlayacak bir yağmurun yağması umudumuzu!
İçlerini çekip işlerine geri dönmeye karar veriyor etrafımdaki gürûh ama benim için göründüğünden daha can sıkıcı bu durum anlaşılan. Ağzımın kenarındaki sigaramı parmaklarım arasına sıkıştırıp yanıbaşımdaki büfeye yöneliyorum istemsizce. Büfenin yanındaki dolabı açıp, gözüme kestirdiğim şişeyi dışarı çıkartıyorum. Kafayı içeriye doğru uzatıp bir litrelik Marmara Gold'a karşılık gelen parayı bırakıveriyorum büfe sahibinin ellerine, kafam şimdiden az önceki hâlimden daha rahat!
Yüksel'den yukarı doğru yavaş yavaş yürümeye başlıyorum, fon müziğim Radiohead'in hâin şarkısı Exit Music for a Film. "Today, we escape... We escape..." diye yankılanıyor kafamın içinde Thom Yorke'un sesi.
Konur Sokak'ın başına gelmeme ramak kala, dünyamın sarsıldığını hissediyorum hafif hafif. Elimdeki şişe açılmamış ki; onu suçlayamıyorum; insanlar sürekli beni ondan dolayı suçluyor olsa da.
Bir kadının çığlığı patlıyor ondan sonra kulaklarımda, uzaktan geliyor ama hızla yaklaşıyor sanki nâçiz örs ve üzengilerime. On metre ötemde bir yığının patladığını farkediyorum o sıra, bir damla kan sıçrıyor mavi Converse'lerimin üzerine, oluşan bordo lekeye bakakalırken, yanımdaki elektrik direğine sarılıveriyorum hasretini çektiğim sevgiliye kavuşmuş gibi, çünkü artık şüphem yok, bir şeyler ters gidiyor; deprem oluyor.
Yüksel Caddesi'nin paket taşlarından mamûl yollarının, özlediğim deniz gibi dalgalandığını görüyorum inanmaz gözlerle, ağaçlar yıkılıyor, insanlar her zamanki panik havaları içerisinde camlardan atlıyor, birbirlerini eziyorlar kaçabilecekleri bir yer varmışçasına.
Aynı sahneler dönüp duruyor gözlerim önünde dakikalarca. Belki de saniyelerce, ama Einstein boşuna bahsetmemişti vaktinde zamanın göreceliliğinden.
Her kötü şey gibi, bunun da sonu geliyor elbet. Etrafımda görebildiğim tek canlılar bir şekilde kaçışmış, nereden ortaya çıktıkları belli olmayan sokak köpekleri. Bendeniz ise, sarıldığım elektrik direğinin mûcize kurtuluşundan fayda sağlamış, mevz-u bâhis direkle yekvücût kalakalmışım dökülmüş yığınların arasında. Elimde hâlâ öz evladım gibi tuttuğum bira şişem.
Şişeyi açıp kafama dikiyorum, nefessiz içiyorum birayı, günlerin susuzluğundan sonra ab-ı hâyat bulmuş gibi. Şişenin yarısındayken yanımdaki moloz yığınından bir çocuk çıkıyor lise kıyafetleriyle, şişe hala ağzıma dayalı, ona bakıyorum garip gözlerle, bir yudum da ona bırakmamı rica ediyor şişenin dibinde. Sonlarına yaklaştığım kutsal suyu ihtivâ eden şişeyi zar zor kopartıyorum dudaklarımdan ve sonunu uzatıyorum ona. Minnettâr gözlerle bakıp bana, mideye indiriyor son yudumları."

Uyanıyorum sonra. Gördüklerimin mânâsını çözmeye çalışıp, rüyâ tabirlerine inanmanın vaktinin gelip gelmediğini sorguluyorum uykulu gözlerle.
Hayatı çok da ciddiye almamak gerektiğine karar veriyorum sonra. Tekrar koyuyorum kafamı yastığıma, öksürerek. Hastayım, ondan olsa gerek.

Hiç yorum yok: