25 Haziran 2011 Cumartesi

This Alone



Turn your face to the moon;
Let me see you that way.
And the way you appear to me now you’d think the moon would hide for shame.
And though there is fire inside there’s a peace I have never known
As if all of the earth holds her breath underneath the weight of snow.
I’m watching you watch the water, wondering why with every deep happiness there’s some kind of pain.
And these last days I’ve let so much of me away;
But you will always be a mystery to me.
I know that nothing touches you;
Nothing has or ever will.
Like that moon you’re high and far away;
Hold my heart - This alone is heaven.
But it’s more than I can hide.
And the way I feel for you now is something I don’t understand;
Because sometimes, you know, even I feel so old
But you make me feel like I’m just being born.
You make me smile;
You make me know myself;
You make me feel like I’m someone else.
And I’ll hold you here in the back of my mind and I’ll let you go now;
I’m letting you go.
And the night rolls over us with no hesitation.
There’s so much life in me now,
Keep me here.
Hold back time - keep me here;
Keep me here.

If we were alone on this earth,

Or even away from here,
It would be easy to let myself go;
And God knows I want to.

40 Watt Sun

17 Mayıs 2011 Salı

The Destroyers of All


With the omens in flame,
We are still; we desert the truth.

Truth has no name here!
Anonymous in clouded vision,
Our disgrace, far from reach;
Left unknown.

Ulcerate - Omens.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Phosphene


Rejoice, for tonight it is a world that we bury!
Have you beheld the darkness sitting upon the earth
Overshadowing the wind rose, lost in the smoke?
Thus many went astray at once
The others wandered hazardously thourgh endless mazes
The rays of the sun whisper of a newborn fright
And very few horrors in the world could match in terror
The cruelty of that frozen caress and its fragrant secret in blossom.

24 Aralık 2009 Perşembe

İnsanlardan Öte.

neden oturuyormuşum yeşil dağda, bunu
soruyorsun;
susup gülümsüyorum, hiçbir şey umurumda
değil çünkü.
dereye düşen şeftali çiçeği nasıl süzülüp giderse
bilinmezliğe,
ayrı bir dünyam var benim de, insanlardan öte.

Li Po (701-762)
Çeviri: Cevat Çapan

20 Kasım 2008 Perşembe

Sequenzen einer Wanderung.



"Dört yanımda ufku sarmış kıpkırmızı çöl fakat yakıcılığı kalmamış artık güneşin o eski günlerindeki ihtişamlı; zira gökyüzünde grinin tonlarında bir duman hüküm sürüyor gibi uzun zamandır. Etrafımdaki bu kıyamet sonrası görüntüsünün altında bir sonun yattığının farkındayım ama ellerimden bir şey gelmiyor manasızca bir çıkar yol aramaktan başka. Kum tepelerinin ardına gizlenmiş fakat istemsizce dışarı çıkan kemiklerini saklamaktan aciz mamut iskeletleri adeta üzerime üzerime geliyorlar, tamamen hareketsiz olduklarını bildiğim halde kendimi aksine inandıramıyorum ve her bir tarafımda flu hayaller görüyorum. Gözlerimin önünde sevdiklerimin yüzleri ve beni bırakıp gittikleri günlerin hayaletleri uçuşuyor. Çaresiz seyrediyorum etrafımı ve anbean daha da üstüme çöküyor güneşle arama girmiş, masumiyetten uzak gri kitle. Sis diye fısıldıyor tanımadığım bir suret, dünya dışı bir soğuktan morarmış yüzünün içinde madendeki kömür taneleri gibi tüm ışığı emen gözlerini gözlerime dikmiş. İnanmak istesem de elimden gelmiyor. Sis ne zaman bu kadar tüketti ki vücudumdaki yaşama isteğini? Şimdi bu çölün olduğu yerde eskiden varolan parkların üzerine gezinirdi havanın kirliği ama ağaçların yeşilliği hep kurtarırdı beni; kötü düşüncelerimi çeker çıkartırdı adeta beynimin içinden ve ben somanın etkisindeymişçesine aptal bir mutluluğun nazik pençeleri içerisinde devam ettirirdim hayatımı. Ağaçlar fısıldardı bana eskiden, şimdinin korkunç figürleri değil, ve umut aşılarlardı bir gün her şeyin gerçekten de güzel olabileceğine dair.

Ya ağaçlar yanılıyordu, ya da benim uyuşturucum tükenmek bilmiyordu.

Griliğin arasından yüzünü göstermeye çabalayan bir zamanların kudretli güneşi, şimdi utangaç bir çocuk gibi çıkmak istiyordu saklandığı yerden ama asla bulamıyordu gerekli kuvveti kendinde. Çıksa, diye bekliyordu ve de benim naçar bünyem, bir vahanın yolunu aydınlatsa diye.

Gerçi hep sonsuzdu bu bekleyişler.

Etrafımda dolaşan suretlerin sayısı gittikçe artıyor her saniye ve ben dayanamayacağımı hissediyorum artık. Kafamı eğdiğimde gördüğüm ise kumların içinde hareket eden yılanlar sürekli. Ne ileri bakabiliyorum ne geri, ne sağa ne de sola. Yukarısı hayaletlerimle, aşağısı yılanlarımla kaynıyor ve dayanmanın çok da bir manası yok artık.

Bırak gitsin. Sis elbet örter üstünü. Üşümezsin."



Rüya değil bu kez. Bir göçün ardılları.


13 Kasım 2008 Perşembe

Fossegrim



"Evimin kıyılarından başlayarak şehrin büyükçe bir kısmını kaplayan ormanlar içinde yürüyorum aheste aheste ve bir damla yaş birikmiş göz pınarlarımda. Gecenin karanlığını parçalarcasına fenerler asılmış kimi ağaçlara; ama ben bunlara inat en kuytularda kaybetmeye çalışıyorum kendimi.

Neden sonra, hafif hafif keman sesleri duymaya başlıyorum uzaktan; arşelerin tellere sürtünmelerinin yaydığı o hüzün, bünyemde hapsettiklerimi de su yüzüne çıkartıyor tekrar ve dizlerim üzerine çöküp ilerlemeye başlıyorum seslerin geldiği yöne doğru. Çam iğneleri batıyor, kozalaklar tırmalıyor dizlerimi ve kanların süzüldüğünü hissediyorum diz kapaklarımdan aşağı doğru ama o kadar umrumda değil ki her şey; kemanların o büyülü tınıları hariç.

Farkediyorum ki ses, fener sandığım o ışıklardan geliyor ve ben yönelmişim en yakınımdakine doğru. Yaklaştıkça farkettiğim, bunların ne fener, ne de ağaçta asılı oldukları oluyor. Ufak peri kanatlarınını çırpınışlarıyla süzülen, badem gözleriyle bakan perilerle karşı karşıyayım ve yavaş yavaş sarmaya başlamışlar etrafımı. Onların büyülü kemanlarına eşlik eden piyano sesleri çok uzaklardan geliyor, sanki cennetin kendisi onlara ayak uyduruyormuş gibi. Şaşkınlıktan iri iri açtığım gözlerimle seyrettiğim perilerin bana da gülümsemeye başladığını farkediyorum ve kendi kollarıma kayıyor gözlerim, zira nereden geldiğini bilmediğim kemanımla onlara eşlik etmekteyim. Bildiğim bir tınıyı çalıyoruz çünkü hep beraber ve ben bu tınıyı her dinlediğimde bir defa daha dinlemek isterim; onuncu defadan sonra herhangi bir iş yapmaktan aciz kalakalırım ve de her defasında.

İyice yaklaşıyorlar bu Fossegrim'ler yanıma ve parıltıları gözlerimi acıtmaya başlarken, ateşböceklerini kovar gibi kovmaya çalışıyorum onları, gözlerim kapalı, kollarım kontrolsüzce sallanıyor sağdan sola ve soldan sağa. Yüzükoyun kapaklanıyorum en sonunda pes edip ve çam iğneleri yanaklarımı acıtıyor.."


Uyanıyorum sonra. Kalkıyorum; aklımda çok başka zamanlar, kulaklarımda bir şekilde Fossegrim çalıyor. Bilgisayarın başına gidip, tahmini zor olmayan bir müzik dosyasına çift tıklıyorum.

Gün güzel geçecek. Tabii.


3 Temmuz 2008 Perşembe

these things I just don't want you to be.



Ben senin bir kedi yavrusu olmanı istemezdim mesela; ömrün kısa olurdu, sonunda arkandan ağlar bulurdum kendimi.
Ya da bir astronot olup uzaya gitmeni istemezdim; mekiğinin arkasından endişelenir bulurdum bu kez benliğimi.

İstemezdim bir martı olmanı; elimdeki simit bitince uçup başkasına cilve yaparsın diye.
Durgun bir deniz olmanı bile isteyemezdim saatlerce seyredebileceğim; bir hafif esintiyle karmakarışık olursun düşüncesiyle.

İsteyemem yalvaç kayalar olmanı dahi; yüzyıllar içinde su damlaları seni harap edecek diye korkarım.
Gökyüzünde her daim parlayan güneş olmanı da istemezdim, bir hain bulut gelir de yüzünü görmekten beni alıkoyar diye bakarım.

Senden istediğim tek şey, istemediklerimin yanında naçiz kaldı en sonunda.
Ben senin, benim olmanı isterdim; öylesine aç kaldım sana.

28 Mayıs 2008 Çarşamba

A Dream.. within a Dream?




"Öğlen saatleri, Yüksel Caddesi.. Mevsim normalleri kavramı ortadan kalkalı beri küresel ısınma sebebiyle, gördüklerimizin ne vakit olduğunu tahmin etmek güçleşti sanki. Bundan kelli, bir ilkbahar günü deyip geçiştirelim fazla sıkıntıya girmeden.
Kuşların uçuşurken ötüşmeleri rahatsız etmiş olacak insanları ki kalabalık olmaktan çok uzak bir insan gürûhu var ortalıkta. Yüksel Caddesi son zamanlardaki kimyâsının alabildiğine aksine tenhâ geçiriyor bu aydınlık öğle vaktini.
Nedense bir gri bulut gelip kapatma ihtiyacı duyuyor sapsarı ilkbahar güneşinin önünü. Merakla kafalarımızı kaldırıp bakıyoruz gökyüzüne ama ne yağmur taşıyor gibi gözüküyor bu hain; ne de sonu gelecek gibi. Hem güneşli cıvıl cıvıl bir gün geçirme hayâllerimizi alıp götürüyor, hem de bu yazı kuraklıkla boğuşmadan geçirmemizi sağlayacak bir yağmurun yağması umudumuzu!
İçlerini çekip işlerine geri dönmeye karar veriyor etrafımdaki gürûh ama benim için göründüğünden daha can sıkıcı bu durum anlaşılan. Ağzımın kenarındaki sigaramı parmaklarım arasına sıkıştırıp yanıbaşımdaki büfeye yöneliyorum istemsizce. Büfenin yanındaki dolabı açıp, gözüme kestirdiğim şişeyi dışarı çıkartıyorum. Kafayı içeriye doğru uzatıp bir litrelik Marmara Gold'a karşılık gelen parayı bırakıveriyorum büfe sahibinin ellerine, kafam şimdiden az önceki hâlimden daha rahat!
Yüksel'den yukarı doğru yavaş yavaş yürümeye başlıyorum, fon müziğim Radiohead'in hâin şarkısı Exit Music for a Film. "Today, we escape... We escape..." diye yankılanıyor kafamın içinde Thom Yorke'un sesi.
Konur Sokak'ın başına gelmeme ramak kala, dünyamın sarsıldığını hissediyorum hafif hafif. Elimdeki şişe açılmamış ki; onu suçlayamıyorum; insanlar sürekli beni ondan dolayı suçluyor olsa da.
Bir kadının çığlığı patlıyor ondan sonra kulaklarımda, uzaktan geliyor ama hızla yaklaşıyor sanki nâçiz örs ve üzengilerime. On metre ötemde bir yığının patladığını farkediyorum o sıra, bir damla kan sıçrıyor mavi Converse'lerimin üzerine, oluşan bordo lekeye bakakalırken, yanımdaki elektrik direğine sarılıveriyorum hasretini çektiğim sevgiliye kavuşmuş gibi, çünkü artık şüphem yok, bir şeyler ters gidiyor; deprem oluyor.
Yüksel Caddesi'nin paket taşlarından mamûl yollarının, özlediğim deniz gibi dalgalandığını görüyorum inanmaz gözlerle, ağaçlar yıkılıyor, insanlar her zamanki panik havaları içerisinde camlardan atlıyor, birbirlerini eziyorlar kaçabilecekleri bir yer varmışçasına.
Aynı sahneler dönüp duruyor gözlerim önünde dakikalarca. Belki de saniyelerce, ama Einstein boşuna bahsetmemişti vaktinde zamanın göreceliliğinden.
Her kötü şey gibi, bunun da sonu geliyor elbet. Etrafımda görebildiğim tek canlılar bir şekilde kaçışmış, nereden ortaya çıktıkları belli olmayan sokak köpekleri. Bendeniz ise, sarıldığım elektrik direğinin mûcize kurtuluşundan fayda sağlamış, mevz-u bâhis direkle yekvücût kalakalmışım dökülmüş yığınların arasında. Elimde hâlâ öz evladım gibi tuttuğum bira şişem.
Şişeyi açıp kafama dikiyorum, nefessiz içiyorum birayı, günlerin susuzluğundan sonra ab-ı hâyat bulmuş gibi. Şişenin yarısındayken yanımdaki moloz yığınından bir çocuk çıkıyor lise kıyafetleriyle, şişe hala ağzıma dayalı, ona bakıyorum garip gözlerle, bir yudum da ona bırakmamı rica ediyor şişenin dibinde. Sonlarına yaklaştığım kutsal suyu ihtivâ eden şişeyi zar zor kopartıyorum dudaklarımdan ve sonunu uzatıyorum ona. Minnettâr gözlerle bakıp bana, mideye indiriyor son yudumları."

Uyanıyorum sonra. Gördüklerimin mânâsını çözmeye çalışıp, rüyâ tabirlerine inanmanın vaktinin gelip gelmediğini sorguluyorum uykulu gözlerle.
Hayatı çok da ciddiye almamak gerektiğine karar veriyorum sonra. Tekrar koyuyorum kafamı yastığıma, öksürerek. Hastayım, ondan olsa gerek.

19 Mayıs 2008 Pazartesi

Bir Alkoliğin Anıları




"..işte John Barleycorn'un köleleri böyledir. Şansları yaver gittiğinde içerler. Şansları kötü gittiğinde de, güzel bir gelecek umuduyla içerler. İşleri kötü gitmişse, bu sefer de bunu unutmak için içerler. Bir dostlarına mı rastladılar, içerler. Bir dostlarıyla kavga edip onu kaybederlerse içerler. Aşkları başarıyla taçlanmışsa, o kadar mutlu olurlar ki içmeleri gerekir. Aşkları reddedilirse, üzüntüden içerler. Yapacak bir işleri yoksa yine içerler, çünkü yeterince içtikten sonra beyinlerinde kurtların dolaşmaya başlayacağını ve yapacak bir sürü iş bulacaklarını bilirler. Ayık oldukları zaman içmek isterler. İçtiklerinde daha çok içmek isterler.."

".. Tanrı beni, içlerinde iyilik taşımayan, yürekleri ve kafaları buz gibi soğuk olan, sigara ve içki içmeyen, küfür etmeyen erkek cinsinin çoğundan korusun! Bunların zayıf damarlarında, yaşamın sınırlarını zorlayacak, şeytanî ve cesur olabilecek ne bir heyecan ne de bir dürtü vardır.."

"..öte yandan, midem o kadar dayanıklı, alkole karşı direncim o kadar kuvvetliydi ki, içtiğim o tek kokteyl yalnızca bir pırıltı, bir gülümseyişin soluk bir gıdıklamasıydı. Bir gün, bir arkadaş açıkça ve utanmadan, ikinci bir kokteyl içmemizi önerdi. Onunla beraber içtim. Parıltı daha uzun ve daha sıcak, gülümseme daha derin ve daha yankılıydı. Bir insan böyle tecrübeleri kolay kolay unutmaz. Bazen gerçekten içmeye başlamamın nedeninin, çok mutlu olmayışıma bağlı olduğunu bile düşünürüm.."

" '..' dedi John Barleycorn, (...) 'hayatta adalet diye bir şey yoktur. Hayat tümüyle bir piyangodur. Ama ben hayatın yüzüne, yalancı bir gülümseme kondurur, gerçeklere kahkalarla gülerim. Sen de benimle birlikte gülümse ve gül. Nasıl olsa sonunda öleceksin, ama bu arada hiç olmazsa gülmüş olursun. Bu dünya oldukça karanlık. Ben onu senin için aydınlatıyorum.' .."

Jack London,  "Bir Alkoliğin Anıları"

8 Ocak 2008 Salı

Neige


Pencereden, etrafı beyaz bir örtüyle kaplamakta olan karı seyrediyordu sessizce. Dudaklarında, ağzından düşürmediği sigarası, elinde ise kırmızı çakmağı duruyordu. Az önce masasının üzerine bıraktığı boş bardağına biraz daha viski doldurdu dönüp, barların 'duble' addettiği miktar kadar, ve yine cama döndü, bu kez elinde bardağıyla. Bir dikişte içti genzinden başlayıp midesinin derinliklerine kadar yakan kahverengi sıvıyı ve sigarasından bir nefes daha çekti. Gözleri dalıyordu.

Camın ardındaki çocuk parkının, şimdi bembeyaz olmuş kum havuzuna takıldı gözleri. Çakırkeyif zihninin biraz daha bulanıklaştığını hissetti, ve iyice odaklandı havuza doğru.

Dalgalanıyordu gözlerinin önünde o beyazlık. Küçükken annesinin çarşafları silkelemesini izlediği günlere dönmüş gibi hissetti kendini; ta ki o izlediği çarşaf ortasından yarılıncaya dek. Bardağı masaya koymaya çalıştı nafile bir çabayla, başının döndüğünü hissederek; fakat elinden kaydı ve yerde tuzla buz oldu yalnız günlerinin dostlarından bir tanesi.

Umursamadı. Tek umrunda olan, çocuk parkındaki yırtılmış beyazlıktı artık.

Bir yunusun fırladı birdenbire o karbeyaz havuzun ortasından, ve taklalar atarak geri içeri düştü, etrafında fışkıran sular bırakarak. Tam düşmeden, kuyruğunu öyle bir savurmuştu ki havada, sanki adama selam duruyordu.

Bir adım geri çekildi pencereden. Sigarasından çektiği dumanı cama doğru azletti ve o ufak gri bulutun cama çarptığında oluşturduğu şekilleri, her zamankinden daha büyük bir hayretle izledi bu kez. Sanki yunusu görmüştü bir kez daha; belki görmek istediği için, belki de yunusun bir mesajıydı bu ona, şovun bitmediğini anlatmak istercesine cama geri çağırıyordu onu. Tekrar yaklaştı odasının devasa penceresine doğru, bu kez yüzünü cama yapıştırırcasına. Adımını geri atması bir oldu bu defa.

Karbeyaz havuz, kan kırmızıydı şimdi.

Yunus, bağrı deşilmiş, kanlar içinde yatıyordu havuzun kenarında. O masumiyetini, gözlerindeki zeka pırıltısını, hemcinsleri gibi her daim ağzının kenarında taşıdığı o temiz gülüşünü kaybetmişti. Bir çığlık koyverdi adam kendini tutamayıp, ayağına batmış cam kırıklarını umursamadan yalın ayak koşuyordu şimdi evin çıkış kapısına doğru, arkasında kandan ayak izleri bırakarak.

Koşar adım indi merdivenleri, apartmanın kapısını parçalarcasına aştı ve koştu kan havuzuna doğru, artık tek ayak üzerinde sekerek ilerlemesine rağmen. Eğildi, kolları arasına aldı yunusu ve sarıldı ona, hastane yatağında kaybettiği babasına sarıldığından daha içten. Gözlerinden boşanan yaşların bulanıklaştırdığı görüşünü mümkün olduğunca salim tutup, ona bunu kimin yapmış olabileceğine dair izler aradı etrafında. Boşunaydı halbuki çabası. Hala yağmakta olan karın üzerinde; ölü yunus, kendisi, ve ikisinin kanlarından öte hiçbir şey yoktu. Kafasını göğe kaldırıp, tehditkar bir çığlık savurdu; tanrının ta kendisinden hesap soruyormuşçasına. Bir şimşek çaktı, belki de bir yıldırımdı bu yakınlara düşen.

Uyandı.

Yatağının üzerine yığılıp kalmış bulup kendini. Elinde, içeriğinin yarısı yatağa dökülmüş bir viski bardağı, ve yerlerde kızıl ayak izleri.

Ellerinde, kan vardı.